11 Kasım 2010 Perşembe

Phuket, Ko Phi Phi Don, 4. Gün


Öncelikle şuna açıklık getirelim.Bu adanın adı Ko Fii Fii Don diye okunuyor! Ayrıca Taylandlılar bile artık öğrenmişler bu adanın adının yazılışının Türkçe'de ne çağrışımlar yaptığını:) Tayland'ta bulunmamış bir yakınınıza bu adadan ilk kez bahsederken muhtemelen onun da kendince yaptığı esprilere maruz kalacaksınız.Umursamayın ve o level'i çoktan aştığınızı belli edin. Çünkü burda bahsi geçen yer dünya coğrafyasının Marilyn Monroe'su. Baş döndürücü, kıvrımlı ve 2004'te tsunami'de ölmüş. Yeniden doğuşu ise yine sevenleri sayesinde olmuş.Gönüllüler ve hayatta kalan halk, restaurantları, otelleri sil baştan inşa etmiş, ölenlerin anısına anıtlar yapmış ve korkmadan gelen yeni ziyaretçileri sayesinde turizm endüstrisi adaya yeniden can vermiş.
Son yıllarda ezber bozan seyahatkoliklerin Phi Phi'yi ya da tam adıyla Ko Phi Phi Don'u Phuket'e yüzlerce kez yeğlediklerini bir çok yerde okumuştum. Phi Phi'ye gitmeden önce, tüm turistik atraksiyonları; turistik para tuzaklarını (üstünde gittiğim yerin adı yazan kupa, tshirt,magnet almazsam dönmem), kalabalıkları (yalnız dolaşmayı sevmem),sürüye katılıp bir rehber tarafından güdülmeyi (zora gelemem) sevdiğimden dolayı onlara katılabileceğimi hiç düşünmezdim.Ama katıldım işte. Ve neden Phuket'te 3 gun kaldık da Phi Phi'ye sadece 1 gün ayırarak onu küçümsedik diye kendime kızdım.İşte buraya yazıyorum sevgili Phi Phi Don, eğer bir gün yolum yine o taraflara düşerse bunu kesinlikle telafi edicem:)
Phi Phi ile aşkımızın nerde ve nasıl başladığını anlatmış mıydım? Bangla Road'a gideceğimiz gece sora sora meşhur caddeyi ararken Patong plajı boyunca yürümemiz gerekmişti.O sırada tıpkı bizim sahil kentlerimizde olduğu gibi yakın çevreye günübirlik geziler satan sayısız acenta standının önünden geçmiştik. Ekstra bir tura ayıracak sadece 1 günümüz olduğu için de onlarca turun içinden en isabetli olanı seçmek gerekiyordu. Dogruyu söylemek gerekirse o sırada iki filmi kafamda çarpıştırmak durumunda kaldım. Biri Leonardo Di Capiro'lu The Beach diğeri de James Bond'lu Man with the Golden Gun. İlki Maya Beach'te ikincisi de daha sonra James Bond Island adını alan Phang Nga'da çekilmişti. Ve kazanan Phi Phi Leh'teki Maya Beach oldu:)






Tatilimizin 4. gününde sabah 7.30 civarında tur otobüsü bizi otelimizden aldı ve Phuketin doğusunda kalan bir limandan 8.30'da adaya doğru yola çıkacak teknemize götürdü. Eğer vakit darlığınız varsa tekneyle 2 satte alacağınız bu yolu speed boatlarla biraz daha pahalıya hızılıca alabilir ama teknenin üstünde güneşlenme lüksünden mahrum kalmış olabilirsiniz. Teknemiz Bodrum'da mavi tur yapan teknelerle kıyaslandığında bir takaydı. Ama sabah uykulu gözlerle bindiğimiz o teknenin bir artısı olduğunu tur sonunda çözecektim.
Gidiş yolculuğumuz çoğu zaman kapanıveren göz kapaklarımdan dolayı benim için çok verimli geçmedi. Nasıl olsa dönüşte de aynı yolu katedeceğiz diyerek çok aldırış etmedim.Ta ki 2 saatin sonunda Maya Beach'e vardığımız anonsu yapılana kadar. Şöyle bir etrafıma bakındım ve rüya ile gerçeği karıştırdığım o anlardan birini daha yaşadım.Karşımda rüya gibi bir gerçeklik duruyordu. İnsanlar hareketlendi, tekne mürettabatı demir attı ve hepimize şnorkeller dağıtılmaya başlandı.Heyecanla hazırlandık, şnorkelleri taktık ve tek tek suya atladık. Tekne plajdan biraz daha geride demirlemişti. Bu yuzden denizden kayaların fışkırdığı oldukça derin bir yerdeydik. Kafamı suya daldırmamla birlikte hayatımda hiç görmediğim kadar çok rengarenk balığı görmem bir oldu."Finding Nemo"'daki Nemo bendim artık. İşte hep bahsedilen paralel evren bu olmalıydı. Daldık, yüzdük, balıkları kovaladık, izledik ve büyülendik. 2 saat bu kadar çabuk geçmiş olamazdı. Bu evrendeki saat sistemi mi farklıydı? Burada 1 tek otelin bile olmamasına hem sevinip hem de üzülerek tekneye geri çıktık. Daha önümüzde Ko Phi Phi var. Yolun ne kadar süreceğini bilmeden teknenin ustune çıkıp bıraktık kendimizi bu tropikal güneşe.(Daha doğrusu ben bıraktım. Güneş yanığından çok korkan eşim t-shirt,havlu ve şapkasından bir an bile ayrılmamasına rağmen yine de akşam eczanelik oldu :)

Yol boyunca sayısız tekne, bir Viking mağarası, bolca yeşillik gördük ve yarım saat sonra da işte bu cennetten yere ayak bastık.















Bembeyaz bir kum, turkuaz bir deniz ve uzun kuyruklu kayıklar. İnsan hemen havaya girip Vogue için çekim yapmaya gelmiş hissine kapılıyor.Ama sonra hatırlıyor; 6 yıl önce cehennemi yaşamış bu yer nasıl olur da şimdi cennetten farksızdır? Emeği geçen her gönüllüye yürekten bir selam gönderiyorum ve buranın tadını çıkarmak için sadece 4 saatimizin olduğuna inanamıyorum. Önce masaların neredeyse denizin içinde olduğu bir restaurant'ta öğle yemeğimizi yiyoruz.Yemekler şirketten dolayısıyla da oldukça batı usulu; spagetti,kofte,tavuk,salata ... Ama cennete gelmek için o kadar az para ödedik ki yemeğin ne önemi var :) Dolu mideyle denize girilmez şehir turlanır.Bana da Phi Phi ekonomisine katkı sağlamak kalır. Aynen de öyle yaptık. Burada toplu taşıma diye bir kavram yok hemen hemen her yere yürüyerek gidebilirsiniz. Ya da adanın arka kısmında kalan otelinize gitmek için taxi tutabilirsiniz. Hani şu denizin üstünde olan uzun kuruklulardan :) Tarifesi işte burda!
Phi Phi'de ağaç oyması çok güzel objeleri Phuket'ten daha ucuza bulabilirsiniz.Hediye ettiğiniz herkes bayılacaktır.Taş incik boncuk ve Buda Bebekleri de çok güzel. Ne isterseniz alın ama birşey hariç. Deniz kabukları.Bu kabuklar yakındaki Ulusal Deniz Parkından çıkarılmakta ve sizin "She sells seashells" demenizden bile hızlı bir şekilde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmakta. Aman dikkat!

Hızlı bir kasaba turundan sonra teknemizin bizi indirdiği yere geri dönüyor ve bu harika turkuaz sulara kendimizi bırakıyoruz.Phuket ile kıyaslandığında oldukça sığ, durgun ve temiz bir deniz beyaz kumların üstüne battaniye olmuş öylece uzanmakta.Sizi tek endişelendiren minik yengeçlerin ayaklarınızı öpüp kaçmaları :) Eger bir tsunamiye yakalanmazsanız eminim ki bu ada insanın ömrünü uzatır. Taylandlılar acaba bu yüzden mi bu kadar güleryüzlü ve nazik? Hava,su ve güneş insanın genlerine bu kadar mi iyi yansır? Thai masajının bu kadar meşhur olması bir tesadüf müdür? Bu sorular ve huzur içinde geçiyor o 4 saat. Sevgiliden her ayrılış zordur. Bu da öyle oluyor. Bu ilk buluşmaydı ama son olmayacağına eminim. Bir gün yine karşılaşacağız. Dönüş yolunda bizim takanın yaptığı sürpriz bana her gün bu sözümü hatırlatıyor. Gemiye binerken uykulu gözlerle farkında bile olmadan çekilen bir resmimiz bir tabağa basılmış ve şimdi salonumun baş köşesinde durmakta.

9 Kasım 2010 Salı

Phuket, Bangla Road, 3. Gün


Phuket'e gelen turistlerin %95'ini gece nerede bulabilirim diyorsanız aklınıza yazmanız gereken tek bir adres var. Bangla Road. Ünü kendinden büyük bu cadde Phuket'i Phuket yapan hemen hemen herşeyi içinde barındıran bir nevi Red Light District. Bizim Bağdat Caddesinin yaklaşık üçte bir uzunluğunda olması bile ününden birşey eksiltmiyor. Sabaha kadar süren akılalmaz eğlenceler, detayını burda anlatamayacağım go-go show'lar :), her bar kapısında içeri müşteri çekmeye çalışan ultra minili Thai kızlar, fizikleriyle bunlar kadınsa ben neyim dedirten Ladyboy'lar, ellerinde gülden sigaraya iguanadan şapkaya bin türlü şeyle adım başı karşınıza çıkan satıcılar,99 milletten kadınlar erkekler...


Bence her ölümlü bu sokakta ömrü boyunca en az bir kez yürümeli.Yürümeli ki hayatın bazen ne kadar boş ve de aynı zamanda hoş olduğunu görebilmeli.Tahminimce ortalama 50 yaşındaki bir pembe suratlı Anglo Sakson Bey bu caddeye girdikten en fazla 10 dakika sonra kolunda bir Thai kızla yürümeye başlayacaktır.Yaş gençleştikçe geçen süre de orantılı olarak düşecektir.Bangla Road'a bizim gibi sadece bişeyler içmek ve turlamak için gelmiş olmanız durumunda bile reddetmeniz gereken Ladyboy sayısı en az 1, ona ısmarlamanızı isteyeceği bira sayısı da 2 olacaktır:) Kültür şoku mu dediniz? Ben daha Amsterdam'a bile gitmemiş naive bir Türk kızıyım oysa :)


Caddenin her iki yanı da barlar ve clublarla istila edilmiş durumda. İnsanlar o barlardan müzikle birlikte dışarı fışkırmışlar sanki. Renkler,sesler,kokular,ırklar,diller birbirine karışmış durumda.Ama herkes gülüyor ,herkes mutlu.Dertler tasalar,sevgililer,çocuklar,eşler, işler binlerce kilometre uzakta bırakılmış ve sanki hayatın bir sayfasında daha sonra koparılmak üzere karalamalar yapılmakta.




"What happens in Phuket, stays in Phuket" diyesim geliyor.İçinde ladies free go-go show olmayan,barın üstünde ladyboyların transparan kıyafetleriyle dans etmediği Scruffy Murphy's i buluyoruz.İçerde yerel bir grup Sting'den Santana'dan çalıyor.Bir sarışın turist grubu kendilerinden geçmiş dans ediyorlar.Bir kaç Smirnoff Ice'dan sonra ordan kalkıyoruz ve saat ilerledikçe daha da kalabalıklaşan ve de sarhoşlaşan yolda yürümeye devam ediyoruz. Warm-up kısmını geçtiğime göre ladyboy'larla bir resim çektirmeden burdan dönersem çok pişman olacağımı farkediyorum ve gözüme kestirdiğim iki tanesinin yanına gidip bir resim rica ediyorum.Muhtemelen bu soruya çok alışık olduklarından hemen ve de çok içten bir şekilde poz veriyorlar.


Teşekkür edip bu hermoafroditlerin nasil bir hayatı olduğunu daha da merak ederek yürümeye devam ediyorum. Alkol sınırları çoktan aşılmış, yollarda bağıra çağıra şarkı söyleyenler dans edenler artmış ve ortak dil kem küm İngilizce sayesinde kimbilir kaç mercimek fırına verilmiş halde yolun sonuna geliyoruz.Uçakta 17. kez Phuket'e gittiğini söyleyen adamı şimdi daha iyi anlıyorum.Thai hospitality bir harika ve de çok ucuz :) Otellerin bir çoğu ise fiyat kısmına bir not düşmüş. +1'ler extra ücretlendirilir :)

7 Kasım 2010 Pazar

Phuket, Karon Beach, 2. Gün


Uçuşlarla ilgili öğrendiğim ilk şeylerden biri doğuya yapılan yolculuklarda batıya nazaran daha az jetlag olunduğuydu. Gerçekten de öyle oldu.Daha önce Amerika'ya gittiğimde iki gün kendime gelememişken bu ilk Asya uçuşumda sanki biyolojik saatimde herhangi bir değişiklik yokmuş gibi dinç uyanmıştım.Beni uyandıran sesin ise hangi tropik kuşa ait olduğunu bilmeden üstelik :) Kocamla ve balıklarla günaydınlaştıktan sonra perdeyi aralamam ile Andaman Denizinin muhteşem mavisini görmem aynı anda oldu.Dün gece odaya yerleşirken karanlıktan ve yorgunluktan bu manzaranın farkına varamadığımı anladım.Heyecanım daha da arttı. Resepsiyonu arayıp onların deyimiyle bir mini car çağırdık ve otelin en yukarıdaki kısmında yer alan restauranta gittik. İk gün ve ilk kahvaltı tahmin edersiniz ki biraz deneysel oldu. O nedir bu nedir derken nerdeyse türlüye dönen bir tabak hazırlamış buldum kendimi.O sırada Taylandlılar hakkında önemli bir detayı da öğrenmiştim aynı zamanda. Onlar yemekleri bizdeki gibi kahvaltılık veya akşam yemeklik olarak gruplandırmayıp herşeyi günün herhangi bir saatinde yiyebiliyorlardı.Kahvaltıda soya soslu noodle'ın bende yarattığı şaşkınlık da böylece giderilmiş oldu.Ve ben özüme dönerek tabağımın tereyağ,reçel,chedar peyniri ve bir kaç tropik meyveden oluşan kısmıyla karnımı doyurdum.Aklımda en çok yer edense şekli yıldıza tadı portakala benzeyen "starfruit" ve dışı dikenli kestaneye içi ise üzüme benzeyen "rambotan" oldu.Zaten daha sonra eşimin Asya uçuşları başladıktan sonra da bu meyveler evimizin ayrılmaz parçası oldular.

-3 derecelik İstanbulu ardımızda bırakıp +35 derecelik Phukete gelince ilk yapılmak istenen şey denize ve havuza girmek oluyor doğal olarak. Hayatımda çok az şey kışın ortasında bavula askılı elbise,parmak arası terlik ve güneş kremi koymaktan daha fazla haz vermiştir.Hemen mayolar giyildi ve çölde suya hasret bedeviler gibi önce otelin iki havuzu keşfe çıkıldı.Her iki havuz da çok büyük olmamaları karşın o kadar güzel dizayn edilmişlerdi ki sanki jungle'ın ortasında karşınıza çıkıveren göl hissi uyandırıyorlardı. Etrafta koşturan çocukların olmaması ortamı daha da balayı havasına sokuyordu. Gözlemlediğim kadarıyla diğer misafirler İngiliz,Rus ve İskandinav ülkelerinden ve yaş ortalaması 30 üzeriydi.En son ekim ayında
açık bir havuza girmiştim ve bunu Şubat ayında tekrarlamak
muhteşem ötesiydi. Havuzda geçirilen bir kaç saatten sonra denize
doğru yol aldık.Bunun için otelden aşağıya inen dar bir patikadan geçmek gerekiyor.Hemen belirteyim biz Phuketin daha sakin denebilecek Karon kısmındaydık dolayısıyla ilk deneyimlediğimiz plaj Karon plajı oldu.Bir kaç dakikalık jungle yürüyüşün ardından plaja inmiştik bile.









Burası biz Türklere çok da yabancı olmayacak bir şekilde işletiliyor. Sahil boyu uzanan şezlonglar, onları kiralayan kişiler ve ardı arkası kesilmeyen satıcılar :) Tek fark sahilin biraz gerisine konumlandırılmış masaj çadırları.En sakin kısımda şezlonglara yerleşip güneşi ve manzaranın tadını çıkarmaya başlamıştık ki yanımıza gelen ilk satıcı bir tür tel süpürge satan adam oldu.Elindekinin mindere bulaşan kumları temizlemek için olduğunu mini bir demonstrasyon ile gösterdikten sonra gülen yüzünü kıramayıp bir tane aldık. Aradan 5 dakika geçmeden beliren başka biri ise bir tür kavala benzeyen wok satıcısı idi. Çantaya bir de wok ekledikten sonra biraz da satıcı istilasından kurtulmak için denize girmeye karar verdik.Eğer iyi yüzme bilmiyorsanız tek söyleyeceğim denizde fazla açılmamanız.Hemen derinleşen bulanık ve gelgiti çok fazla olan bir deniz Andaman Denizi.Çok keyif alamasak da denizde olmak her zaman ayrı bir mutluluk kaynağı olmuştur.
Karon plajı yaklaşık 10 km.uzaktaki Patong plajından sonra Phuket'in ikinci en büyük plajı.Eğer daha fazla hareket,gürültü ve satıcı istiyorsanız Karon yerine Patong plajına gitmenizi öneririm.Biz seçimimizden memnun olarak hemen sahilin yan tarafında kalan salaş,ucuz ama harika noodle'lar yapan Sam's Place'de öğle yemeğimizi yedik ve üstüne de gözümüzün önünde sadece bir dakika içinde oyulup içine pipet koyuluveren hindistan cevizi suyumuzu içip Karon kasabasını keşfe çıktık.

Karon o kadar ufak bir yer ki burasının dünyanın en fazla ziyaret edilen turizm merkezlerinden biri olduğunu bilmek Bodrum'a ve Çeşme'ye ne büyük bir haksızlık yapıldığını hissettiriyor. Bir postane, bir kaç salaş restaurant ve dükkan ve de büyükçe bir anıt benim aklımda kalanlar oldu. Beni en fazla kendime getiren ise sadece bir kaç sene önce bu sahilde binlerce insanın tsunamide hayatını kaybettiğini hatırlatan şu tabelaydı. Bir tsunami durumunda hangi yöne gitmeniz gerektiğini gösteren bir tabela. Tahtaya vurup uzaklaştık hemen. Bu tabelaların tıpkı bizde olduğu gibi felaket başa geldikten sonra buraya dikildiğini öğrenmek tanıdık bir acı bıraktı kalbimde.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Phuket, Yola Çıkış & 1.Gün


Sizinle paylaşmak istediğim ilk yer Phuket, Tayland. Bazıları için vizesiz gidilmesi,ucuz olması, direkt uçuşların bulunması ve bazı +18 nedenlerle nerdeyse kapı komşusu olan Tayland benim Asya'da ziyaret ettiğim ilk ülke oldu.Phuket'ten önce Avrupa'nın ve Kuzey Amerika'nın büyük bir kısmını turlamış olmama rağmen bloğumda yer vermek istediğim ilk ülke, başlarına gelen tüm felaketlere rağmen gülümseyen mutlu insanların ülkesi Tayland.Ayrıca sevgili tweep Komedya'nin kısa bir süre sonra sağ eliyle sol kulağını tutması şeklinde gelişecek olan uzun bir seyahatle Phuket'e gideceğini bildiğimden dolayı bir taşla iki kuş vurmuş olmak istedim:)

İngilizce öğretmeni olduğumdan dolayı eşimle seyahatlerimizi benim tatil dönemlerime denk getirmeye çalışırız.Bu da dolayısıyla hep uçakların en dolu olduğu ve bir çok otelin de en pahalı olduğu dönemler anlamı taşır.Hele bir de bizim gibi pas ve zed biletler (havayolu personeline verilen çok düşük bir ücreti olan fakat uçakta ancak yer varsa binebilmenizi sağlayan bir bilet türü)ile uçmaya çalışıyorsanız yolculuk heyecanı ve stresi daha yola çıkmadan başlamış demektir.Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de ayrıntıya,rahata ve lükse düşkün bir Boğa burcuysanız eşinize Allah sabırlar versin.Neyseki benimkine fazlasıyla vermiş :)

Sözün özü yaklaşık son 10 senedir olduğu gibi bu yolculuğumdan önce de yaptığım ilk iş gidip bir Lonely Planet rehberi almak oldu.Her ne kadar bunu bir çırpıda söylemiş olsam da bu yayınevinin guide book'larını Türkiye'de bulmak biraz zor.Bulsanız da o kadar parayı çıkarıp bir kitaba vermek daha da zor.En iyisi siz de benim gibi yapın ve Lonely Planet kitapları koleksiyonu yapıyorum deyip içinizi rahatlatın.Yıllar önce turla gittiğim bir seyahatte banka yöneticisi bir bayanın bana içinde nerdeyse tuvaletleri bile gösteriyor deyip tanıttığı bu yayınevinden o gün bugündür vazgeçemedim:) Taksim'deki Robinson Crusoe kitabevinde bulup eve büyük bir heyacanla gelen Thailand's Island & Beaches kitabı yola çıkmadan önceki 2 hafta benim kutsal kitabım vazifesi gördü ve altı çizilelerek,ayraçlarla beslenerek başucumda durdu.Bu özelliğimle gerçekten övünürüm çünkü biz Türkler yolculuğa çıkmadan önce asla gideceğimiz yer hakkında iki çift laf öğrenip de gidelim diyebilen bir millet değiliz.Gidince de ellerinde kitaplarla bir taş sutunun önünde saatler geçiren bir turisti görüp anlam veremez, o taşın önünde en kral pozumuzu verip memlete önde biz arkada manzara fotoğraflarıyla döneriz.Bu kitabı hatmetmeme elde var 1 dersek, 2'ye nasıl geçtiğimi hemen söyliyeyim. http://www.tripadvisor.com/ sitesiyle. Bu siteyi keşfetmem benim kişisel tarihimde bir dönüm noktası saylabilir.Çünkü yurtiçi ya da yurtdışı farketmeksizin kalmayı düşündüğüm tüm oteller hakkında gerçekten oraya gidip kalmış ve fotoğraflamış onlarca insanın yazılarını okumak tatile 1-0 önde başlamak demektir.Otelin kendi sitesinde denize sıfır dediği yer eğer aradan bir otoban geçilerek denize sıfırlanıyorsa ben orayı almayayım.Ya da yine otellerin kendi sayfalarında photoshop marifeti ile fındık kabuğu havuz dev bir aquapark'a dönüşmüş ise bunun en büyük kanıtı gerçek kişilerin gerçek fotoğraflarını görmek olur.Yine aynı sitede bir şehir için best ve worst olarak oylanmış otelleri sırasıyla ve fiyatları ile görebilirsiniz.


Bütün bu ön hazırlıklardan sonra 2008 yılının soguk bir Şubat günü havaalanına doğru yola çıktık.Uçakta boş koltuk bulma şansımız artsın diye özellikle Pazatesi gününü seçtik.İyi ki de öyle yapmışız eşim ve ben ve toplam 3 pas biletli aile daha :) stresli bir şekilde beklemeye başladık.Üstümde bir kazak, altında beyaz bir t-shirt,kot pantolon ve camper'lar.35 derecelik Bangkok'a indiğimizde niyetim kazağı çıkartıp t-shirt'le kalmak. Neyseki şansımız yaver gitti ve boarding kartlarımızı aldık.Eşimle, bana göre zaruri ona göre fuzuli Duty Free turumuzu da alelacele tamamladıktan sonra hayatımda ilk kez bir Boeing 777'ye binme fırsatı buldum.O sıralar bu uçakları THY Hindistan ile birlikte işletiyordu dolayısıyla bizi kapıda Hintli hostesler karşıladı.Sanki bir mahalleye girmiş gibiydim. 400 kişilik bir mahalle.Nerdeyse 10.000 TL'lik first class koltuklara bir göz gezdirdikten sonra ekonomideki yerimizi aldık.Eşimle yerlerimizin ayrı olması iyiydi çünkü yolculuk boyunca uçakla ilgili kendisine sorucağım sorulara cevap vermeyip beni sinirlendirmesindense böyle olması herkes için daha iyidi :) (O sıralar henüz Airbus 340'a geçmemiş bir Boeing 737 pilotuydu)

Yaklaşık 12 saatlik Bangkok uçuşu harika bir kabin içi eğlence sistemi ve küçük bir şişe beyaz şarap sayesinde gayet rahat geçti.(Türbulansa girilen anlarda ayık olmaktansa biraz çakır keyif olmayı tercih ederim:).Bangkok'a indiğimizde yerel saat 13.00 civarındaydı. Bangkok - Phuket uçuşumuzu internetten önceden satın almıştık. O yüzden iner inmez bir çok kişi gibi AirAsia kontuarına yöneldik.Phuket'e giden ucuz ve adı nispeten duyulmuş iki firma var. Bangkok Airways ile AirAsia.Saatleri uyduğu için biz AirAsia'yı tercih ettik.Uçuş yaklaşık 1.5 saat sürüyor.Koltuk numarası verilmiyor ve uçakta isteyen istediği yere oturuyor :) THY ile 777'den sonra bu uçuş tam bir komediydi.Hostesler oldukça acemi, uçak eski, servis de bir sandviçten ibaretti. Ama tabii ki Taylandlıların güler yüzü burda da kendini hissettirdi. Phute indiğimizde saat nerdeyse 16.00 olmuştu. Hemen bir taksiye atlayıp http://www.tripadvisor.com/ ve http://www.airlinestaffrates.com/ aracılığıyla bulduğum ve içime sinen otelimiz Centara Villas'a www.centarahotelsresorts.com/ dogru yola koyulduk.Havaalanından Phuket merkeze doğru olan yol oldukça virajlı ve ulaşım aracı olarak çok yaygın olduğu için her yerden motorsikletli insanlar çıkabiliyor. Sırf bu yuzden turistlere motorsiklet ya da araba kiralamaları pek tavsiye edilmiyor.Daha önce pek çok kaza yaşanmış bu yolda.Ama bu durum bir Avrupalının gözünü korkutsa da aynı şey biz Türkler için ne kadar geçerli bilemiycem :)

Ve nihayet otelimize vardık. Tayland deyince akla ilk gelen şeylerden bir Thai Hospitality oluyor.Otele adım attığımız anda biz de aynen bunu hissettik. Check in sırasında buyur edildiğiniz koltuklarda personel nerdeyse yanınızda çömelerek ve çok yumuşak bir ses tonuyla doldurmanız gereken belgeleri izah ediyor ve siz ikram edilen hindistan cevizi suyunu içerken bütün yol yorgunluğunuzu unutuyorsunuz. Centara Villas aslında alışık oldğumuz otellere pek benzemiyor.Her bir oda ayrı bir ev şeklinde.Kendi verandanız,kendi bahçeniz ve hatta biraz daha fazla para verirseniz kendi havunuz bile var.Otel Patong plajına uzanan bir yamaç üzerine kurulu. Bu da her evin denizi görmesini sağlıyor. Tabii bir de bilinçaltınızda uykunuzda tsunamiye yakalanma kaygınız varsa onu gideriyor:) Tesis içindeki bu dik patikalar yaşlılar ve çocuklu aileler için biraz problem yaratabilir.Bunun için de çözümleri her 20 metrede bir yerleştirdikleri telefonlar.Resepsiyona olduğunuz yeri söylüyorsunuz ve bir golf aracı gelip sizi alıyor otel içinde gitmek istediğiniz yere bırakıyor. Otel odası demeye dilim varmayan evimize adım attıktan
sonra bizi şaşırtan detaylar da artmaya devam etti.Banyomuzda bizi bekleyen bir fanus akvaryum ve içinde de iki minik balık, balık beslemeyi çok seven eşimi oldukça mutlu etti. Duşun üstünün ise camdan olması ve duş alırken odayı çevreleyen devasa bitkileri ve uçan kuşları görmekse paha biçilemezdi.O an ertesi sabah hayatımda ilk kez kelimenin gerçek anlamıyla kuş sesleri ile uyanacağımı henüz bilmiyordum. Dünyanın başka bir yerinde çok pahalıya patlayacak böyle bir odada Tayland'da bu kadar ucuza kalmak ise başka bir şaşkınlık sebebiydi. Hava kararmıştı, odamıza yerleşip uzun yolculuğun yorgunluğunu atmak için hemen cibinlikler içindeki yatağa kendimizi bıraktık.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Merhaba


3 ve 0 rakamlarının yanyana gelerek oluşturduğu yeni yaşımın hem mutluluğu hem de burukluğu içinde bugün ilk sanal günlüğümü saliyorum bu dipsiz kuyuya.Beni okuyacak, okumayacak,ekleyecek,silecek komşu bloglarda yazacak ya da eline kalem kağıt alarak günlük yazmaya devam etmekte ısrar edecek, teknoloji dostu, teknoloji düşmanı herkese selam olsun.Hemen belirteyim ben de tıpkı Andy Warhol'un dediği gibi 15 dakikalığına da olsa şöhret arıyorum burada. Ama benim istediğim şöhret kendim için değil yazılarım için.Bu blogu açtığımda en büyük dileğim bir gün doğuracağım çocuğumun o daha portakalda vitaminken annesinin kafasından geçenleri, gördüğü yerleri, ne yediğini ne içtiğini seneler sonra okuyabilmesiydi. Yani ey kıymetli okuyucu sen beni okursan sevinirim ama okumazsan da bilirim ki bir gün gelecek en sadık takipçim okuyacak bu satırları. O yuzden içim öylesine huzurlu ki. Turkuaz bir okyanusa ıssız bir adadan elindeki cam şişenin içindeki notu bırakan bir seyyahım şimdi ben. Şişeyi bulanlar bana yazsın.Mutlulukla...